(Kays İbn-i Ebî Hâzim`in) rivâyetine göre, (Kays der ki: Biz, bir hastalığında Habbâb`ı hasta ziyâretine gitmiştik) Habbâb (karnını) yedi yerinden dağlamıştı. Bu ziyâretimizde Habbâb dedi ki: Bize takaddüm (Ve Peygamber zamânında vefât) eden arkadaşlarımız (bizden önce) gittiler. Dünyâ onların (Âhiret saâdetinden) bir şeylerini eksiltmemişti. (Çünkü dünyâda darlık içinde yaşadılar. Bize gelince) şüphesiz biz, (fütûhat sebebiyle) o kadar çok dünyâlığa kavuştuk ki, bugün biz onu topraktan (kâşâneler yapmaktan) başka sarfedecek bir yer bulamıyoruz. Eğer Nebî Salla`llahu aleyhi ve sellem bizi ölüm temennîsinden nehyetmemiş olsaydı muhakkak ben (şu hastalık ıztırâbından dolayı) ölümü temennî ederdim.
Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Resûlu`llah Salla`llahu aleyhi ve sellem`den işittim ki: - (Allah`ın kerem ve rahmeti olmadıkça) Hiç bir kişiyi onun güzel işi ve ibâdeti Cennet`e koyamaz, buyurdu. Bunun üzerine Ashâb: - Yâ Resûla`llah! Sizi de mi koyamaz? Diye sormuşlardı da Resûl-i Ekrem şöyle cevap verdi: - Evet beni de Allah`ın fazlı ve rahmeti bürümedikçe yalnız ibâdetim Cennet`e koyamaz. Bu vechile Ashâb`ım! İş ve ibâdetinizde (i`tidâl ile hareket edip) ifrat ve tefritten sakınınız. Doğru yoldan gidip Allah`a yaklaşınız! Sakın sizin hiç biriniz (sâlih olsun, fâsik olsun) ölüm temennî etmesin! Çünkü o, hayır ve ihsan sâhibi ise (yaşayıp) hayrını, ihsânını arttırması umulur; eğer günahkâr bir kişi ise (yine yaşayıp günün birisinde) tevbe ederek Allah`ın rızâsını dilemesi me`muldür.
Rivâyete göre, Resûlu`llah Salla`llahu aleyhi ve sellem bir hasta ziyâretine vardığında yâhut bir hasta Resûlu`llah`a getirildiğinde şöyle du`â buyururdu: Ey nâsın Rabbi! Şu hastanın hastalığını gider, şifâ ihsan buyur. Rabbim, ancak Sen sağlık verirsin. Sen`in şifândan başka hiç bir şifâ yoktur. Rabbim bu hastaya öyle şifâ ver ki, o şifâ, hasta üzerinde hastalık izi ve eseri bırakmasın!
Nebî Salla`llahu aleyhi ve sellem`in: "Allahu Teâlâ verdiği her hangi bir derdin şifâsını da verir" buyurduğu rivâyet olunmuştur.
"Şifâ üç şeye mühasırdır: Bal şerbeti içmek, hacamat âleti vurmak, ateşle dağlamak. Fakat ümmetimi (son bir ihtiyaç olmadıkça) ateşle dağlamaktan men` ederim" buyurduğu rivâyet olunmuştur.
Rivâyete göre, Nebî Salla`llahu aleyhi ve sellem`e bir kişi geldi: Yâ Resûla`llah! Kardeşimin karnı ağrıyor (ishal oldu) demişti. Resûl-i Ekrem: Bal (şerbeti) içir! buyurdu. Sonra bu adam ikinci bir daha Resûl-i Ekrem`e geldi (ve hastalığın geçmediğini söyledi) Resûlu`llah yine bal şerbeti içir! buyurdu. Sonra üçüncü bir daha geldi. Resûl-i Ekrem yine bal şerbeti içiriniz! buyurdu. Sonra bu adam bir daha geldi. İçirdim (fakat, ishâli ve ağrısı geçmedi, arttı) dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem: Allah sözünde doğrudur. Fakat kardeşinin karnı yalancıdır. Haydi yine bal şerbedi içir, buyurdu. Dördüncü def`a içirdi de hastalıktan kurtuldu.
Rivâyete göre, `Âişe (Hazretleri) Nebî Salla`llahu aleyhi ve sellem`in: "Şu kara dâne (çörekotu) samdan başka (tıbban mücerreb olan) her hastalığa şifâdır" dediğini işittim. Ben de: Sam nedir? diye sordum. Resûl-i Ekrem: Ölümdür! buyurdu.
Mihsan kızı Ümm-i Kays radiya`llahu anhâ`dan Nebî Salla`llahu aleyhi ve sellem`in şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivâyet olunmuştur: Ûd-i hindî kullanmağa devâm ediniz! Ûd-i hindîye yedi türlü şifâ vardır. Uzre (denilen boğaz) hastalığı için bu ilâç buruna çekilir. Zâtü`l-cenb için de (su ile) hastaya içirilir. Hadîsin geri kalan kısmı yukarıda geçti.
Nebî Salla`llahu aleyhi ve sellem (ehramlı iken) hacamat olduğuna ve Ebû Taybe`nin hacamat ettiğine dâir rivâyet olunan bir hadîsi yukarıda geçti. Buradaki hadîsin sonunda Enes İbn-i Mâlik Resûlu`llah Salla`llahu aleyhi ve sellem (bir hutbesinde) şöyle buyurdu, demiştir: (Ey Hicaz halkı) sizin kendisiyle tedâvî edeceğiniz şeyin en lüzumlu olanı hacamatla Kust-i bahrîdir. Sakın çocuklarınızı anjinden kurtarmak için bademciği sıkarak azab etmeyiniz! Ûd-i bahrî ile tedâvîye ihtimâm ediniz!
Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Resûlu`llah Salla`llahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Bana bütün ümmetler arzolunup gösterildi: Bir, iki peygamber yanlarında onar, yirmişer, otuzar, kırkar ümmetleriyle berâber önümden geçmeğe başladılar. Bir peygamber de yanında bir ümmeti bile olmaksızın geçti. En sonu uzaktan büyük bir karaltı gösterildi. Bu (kesîf) karaltı nedir? Bu benim ümmetim midir? Diye sordum. Bu, Mûsâ peygamberle kavmidir? Diye cevab verildi, sonra bana ufka bak! Denildi. Bakınca ufku dolduran sevâd-ı a`zamı gördüm. Sonra bana semâ ufuklarının şurasına ve bu tarafına da bak! Denildi. Bir de ne göreyim! Bir sevâd-ı a`zâm baştanbaşa ufku kaplamıştı. Bana: Bu senin ümmetindir. Bunlar yetmiş bin kişi hesâba çekilmeksizin Cennet`e girecektir, denildi. Resûl-i Ekrem (bu hitâbesinden) sonra (odasına) girdi. Ve (hesâba çekilmeden Cennet`e gireceklerin evsâfı hakkında) mecliste bulunanlara bir şey söylemedi, artık meclistekiler dağıldı. (Ve şöyle münâzara ediyorlardı): Biz, Allah`a îmân ve Resûlü`ne itba` eden kimseleriz. Artık biz, Cennet`e hesapsız gideceğiz, yâhut: O bahtiyarlar evlâdlarımızdır, onlar İslâm câ`miası içinde doğmuşlardır. Biz ise câhiliyyet devrinde doğduk, diyorlardı. Bu münâzara Resûlu`llah`a erişmekle hemen hâne-i saâdetten çıkıp: "Cennet`e hesapsız girecek mü`minler efsun etmiyenler, teşe`üm iylemiyenler, şifânın (Allah`dan olduğuna inanıp) keyden olduğuna inanmıyanlar ve her hususta Allah`a tevekkül edenlerdir" buyurdu. Bunun üzerine `Ukkâşe İbn-i Mihsen: Yâ Resûla`llah, ben onlardan mıyım? Diye sordu. Resûl-i Ekrem: Evet onlardansın! Buyurdu. Sonra başka birisi ayağa kalkarak: Ben onlardan mıyım? Dedi. Resûl-i Ekrem: bu hususta `Ukkâşe senden öne geçti! Buyurdu.