Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Allahu Teâlâ, Peygamberi salla`llahu aleyhi ve sellem`e nâsın ahlâkından afvı iltizâm etmesini emretti.
Rivâyete göre bir kere İbn-i Ömer`e (bir Hâricî tarafından müslümanlar arasındaki) fitne harbi hakkında re`yin nedir, (bu kıtâle niçin iştirâk etmiyorsun?) diye soruldu. O da sorana: "Fitne nedir bilir misin? Muhammed salla`llahu aleyhi ve sellem müşriklerle harb ederdi. Müşrikler üzerine harbe gitmek bir fitne (ve şirki izâle) içindi. Yoksa sizin kitâliniz gibi mülk ve saltanat üzerine açılmış harb değildir." diye cevâb verdi.
Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem bize şöyle hikâye buyurdu, dediği rivâyet olunmuştur: Bir gece bana iki melek gelip beni uykudan uyandırdı. Bunlar beni bir şehre götürdüler ki, o şehrin binâları altun ve gümüş tuğlalarla yapılmıştı. Bizi orada birtakım kimseler karşıladılar ki, onların vücûdlarının yarısı, senin gördüğün şeylerin en güzeli hilkatinde idi. Öbür yarısı da gördüğün en çirkin insana benziyordu. İki melek onlara: - (Niçin bu halde duruyorsunuz?) Haydi şu nehre gidip giriniz, dediler. Onlar de nehre girdiler. Sonra bize dönüp geldiler. Bir de gördük ki, onlardan o çirkinlik gitmiş ve en güzel bir insan sûretine değişmişti. Bu iki melek bana: - Burası Cennet-i Adin`dir, Şu (muhteşem) binâ da senin menzilindir, dediler. Melekler (sözlerine devâm edip): Hani o yarı vücûdları güzel ve yarı yerleri çirkin insanlar yok mu? Onlar da güzel ve hayır işleri, öbür kötü ve şer işlerle karıştıran kişilerdi. Allahu Teâlâ onların (günâhlarını i`tirâf ederek işledikleri hayır ve hasenât hürmetine) kötülüklerini afvetti, dediler.
Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: Allah zâlime bir zaman mühlet verir, (hemen azâb etmez). En sonu bir kere yakaladı mı, artık bir daha onu salıvermez. Ebû Mûse`l-Eş`arî der ki: Bundan sonra Resûlullah: ... âyetini okudu.
Şöyle rivâyet olunmuştur ki, bu rivâyetiyle Ebû Hüreyre Nebû salla`llahu aleyhi ve sellem`e erişir: Cenâb-ı Hak gök yüzündeki meleklere bir emrin infâz olunmasını hükmettiği zaman Allahu Teâlâ`nın -düz bir taş üstünde (hareket ettirilen) zincir (sesi) gibi (mehâbetli) olan- bu ilâhî hükme melekler tamâmiyle inkıyâd ederek (korku ile) kanadlarını birbirine vururlar. Gönüllerinden bu korku gidince de melekler, Cebrâil ve Mikâil gibi mukarrebîn meleklerine: - Rabb`ınız ne söyledi? diye sorarlar. Mukarrebîn melekleri: - Allah`ın söylediği hak sözdür, diye Allah`ın hüküm ve takdîrini bildiririrler ve: Allah yücedir, Allah büyüktür, derler. Bu sûretle kulak hırsızı şeytânlar Allah`ın o emir ve tekdîrini işitirler. O sırada kulak hırsızı şeytanlar (yerden göğe kadar) birbirlerinin üstünde (zincirleme) dizilmiş (ve kulak hırsızlığına hazırlanmış) bulunurlar. Şeytanlar bu vaziyette iken bâzı def`â meleklerin muhâveresini işiten en üstteki şeytana bir ateş parçası yetişip altındaki şeytana o haberi işittirmeden onu yakar. Bâzı def`â da ateş erişmeyip altındaki şeytana haberi verir. O da altındakine vererek bu sûretle tâ yere kadar haber ulaşır ve sâhirin ağzına verilir. Şimdi sâhir o haberle berâber yüz yalan uydurup (halka söyler) ve emr-i İlâhî yer yüzünde tahakkuk edince sâhir doğru çıkmış olur. Ve ondan bu haberi işitenler halka: - Nasıl size vaktiyle şöyle şöyle olacak diye bunları birer birer haber vermedim mi idi? Gördünüz ya sâhirin gök yüzünden işittim dediğini sözüne hak ve doğru buluyoruz, derler.
Rivâyete göre Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem her zaman: Rabbim -cimrilikten, ağır canlılıktan, erzel-i ömürden kabir azâbından, deccâlın (ve yalancı insanların) iğfâlinden dirim ve ölüm fitnesinden- sana sığınırım, diye duâ ederdi.
Şöyle rivâyet olunmuştur: Bir kere Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`in sofrasına et yemeği getirildi. Ve kol tarafından bir parça ayrılıp önüne konuldu. Çünkü Resûlullah etin bu kısmını severdi. Ondan ön dişleriyle bir lokma kopardı. Sonra şöyle hikâye etti: Ben kıyâmet gününde bütün insanların ulusuyum. Bu neden, bilir misiniz? diyerek şöyle îzâh eyledi: Dünyâda önce ve sonra gelmiş, geçmiş ne kadar insanlar varsa bunların hepsi Allahu Teâlâ kıyâmet gününde düz ve geniş bir sâhada toplıyacaktır. Öyle düz ve geniş meydan ki orada bir çağırıcı selenince sesini herkese duyurabilecek ve bakan bir kişinin gözü mahşer halkını bir bakışda görebilecek. (Dağ tepe gibi görmeğe, işitmeğe bir mânî` bulunmayacak.) Bir de güneş (bütün harâretiyle) yaklaşak. Artık insanların gamı, meşakkati dayanılmaz ve tahammül olunmaz bir dereceye varacak. Bu sırada nâs biribirine: "Size irişen şu fâciayı görüyor musunuz? Rabb`inize delâlet edecek bir şefâatci bulmak çâresine niye bakmıyorsunuz?" diyecekler. Bunun üzerine mahşer halkının bâzısını bâzısına: Haydi Âdem`e gidiniz, deyip mahşer halkı Âdem aleyhi`s-selâm`a gelerek: - Ey insan nev`inin babası! Allahu Teâlâ seni yed-i kudretiyle yarattı ve sana kendi rûhundan hayat verdi. Sonra meleklere emredip onlar da sana secde ettiler. Rabb`ine hakkımızda şefâat dile. Ey atamız, içinde bulunduğumuz şu müşkül vaziyeti görmüyor musun? Başımıza gelen şu musîbeti bilmiyor musun? diyecekler. Âdem de: - Rabb`im bugün celâllıdır. O derecede ki, ne bundan önce böyle bir gazab etmiştir, ne de bundan sonra bu türlü gazâb eder. Hem Cenâb-ı Hak beni Cennet meyvasından birini yemekten nehyetmiş iken ben âsî olup yemiştim. (Artık size şefâat edemem, şimdi ben kendimi düşünüyorum): Vay nefsim, nefsim nefsim!. Siz benden başka bir şefâatci bulunuz: Nûh`a gidiniz, diyecek. Onlar da Nûh`a varacaklar. Ve: - Ey Nûh sen yer yüzünde Allah`dan başka şeye tapan insanlara risâlet vazîfesiyle gönderilen peygamberlerin hiç şüphesiz birincisisin. Allah sana (Kur`ân`da): "Çok şükreden kul" adını verdi. Lütfen hakkımızda Rabb`ine şefâat eyle. Ne acıklı vaziyette oluduğumuzu görmüyor musun, diyecekler. Nûh Peygamber de: - Azîz ve Celîl olan Rabb`im bugün celâllıdır. Bir derecede ki, Allahu Teâlâ ne şimdiye kadar böyle gazablanmıştır, ne de bundan sonra gazablanır. Benim de bir duâ endişem var: Vaktiyle kavmîmin helâki için duâ etmiştim. (Bu cihetle kendimi düşünüyorum): Vay nefsim, nefsim, nefsim! Şimdi siz başka bir şefâatci arayınız, İbrâhîm`e gidiniz, diyecek. Onlar da İbrâhîm` aleyhi`s-selâm`a varıp: - Ey İbrâhîm, sen yer yüzündeki insanlardan Allah`ın peygamberi ve Allah`ın dostu bir zatsın. Rabb`in Teâlâ`ya hakkımızda şefâat etsen. Şu acıklı hâlimizi görüyorsun, diyecekler. İbrâhîm Peygamber de onlara: - Bugün Rabb`imin celâl sıfatı tecellî etmiştir. Hem bir derecede ki, ne bundan evvel böyle gazab etmiştir; ne de bundan sonra. Ben (li-maslahatin) üç kere yalan söylemiştim. (şimdi kendimi düşünüyorum): Vay nefsim, nefsim, nefsim! Artık siz başka bir şefâatci arayınız, Mûsâ`ya gidiniz, diyecektir. Onlar da Mûsâ Aleyhi`s-selâm`a varıp: - Ey Mûsâ, sen Allah`ın peygamberisin. Allah, risâleti ile ve kelâmı ile seni insanlar üzerine fazîletli kıldı. Rabb`in Teâlâ`ya hakkımızda şefâat et.
Rivâyete göre şöyle demiştir: Kıyâmet günü insanlar küme küme, her ümmet peygamberinin peşinde (ileri, geri) dönüştürürler (ve büyük peygamberlere): Ey falan, şefâat et, ey falan, şefâat et, derler. En sonu şefâat dileği Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`e erişip nihâyet bulur. Bu şefâat vâkıası Allahu Teâlâ`nın peygamberi Muhammed Mustafâ`yı Makam-ı Mahmûd`a gönderdiği gün vuku` bulur. (Ve herkes o gün Muhammed Mustafa`yı tebcîl eder.)
Rivâyete göre Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`in: [Kıyâmet gününde iri cüsseli, semiz bir kişi (hâsâb yerine) getirilir, (hayır ve sevâbı tartılır. Fakat) Allahu Teâlâ yanında bir sivrisineğin kanadı ağırlığında (bir sevâb) tartmaz] buyurduğu rivâyet olunmuştur. Sonra Ebû Hüreyre: Ey müminler! İsterseniz (bu rivâyetimi te`yîd için Hak Teâlâ`nın:) "Kıyâmet günü biz onların hayır işlerien hiç bir tartı tutturmayız!" kavl-i şerîfini okuyunuz, demiştir.
Rivâyete göre (Aclâm oğullarından) Uveymir, Benî Aclâ`nın ulusu olan Âsım İbn-i Adiyy`e gelerek şöyle sorar: - Siz ne dersiniz? Bir kimse karısiyle berâber bir kişiyi (zinâ üzerinde) bulsa, kadının kocası zânîyi öldürmeli, siz de onu (kısâsen) öldürmeli misiniz? Yoksa bu kimse ne yapmalı? (Bu halde zevc, dört şâhid getirmeğe gitse zânî işini görüp savuşacaktır. Sükût etse nâmusa taallûk eden bir şeye sükût etmiş olacaktır.) Lûtfen bu müşkül mes`eleyi bir kere Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`e benim için sorsanız, der. Bunun üzerine Âsım, Resûlullah`a gelip: Yâ Resûla`llah! Diye (söz başlayıp) sordu. Fakat Resûl-i Ekrem bu sorguları hoşlanmayıp ayıbladı. Sonra Uveymir, Âsım İbn-i Adiyy`e: (Resûlullah ne söyledi? diye) sordu. O da Resûl-i Ekrem`e böyle mes`eleleri çirkin gördü ve ayıbladı, diye cevâb verdi. Bunun üzerine Uveymir: Vallahi ben çekinmem, bunu kendim Resûlullah`a sorarım, dedi, ve gidip: - Yâ Resûla`llah! Bir kimes karısıyle berâber bir kişiyi (zinâ üzerinde) bulsa, kadının zevci zânîyi öldürmeli, sonra siz de (kısâsan) onu öldürmeli misiniz? Yoksa bu adam ne yapmalı? diye sordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem: - Ey Uveymir! senin ve karın hakkında Allahu Teâlâ Kur`an (âyeti) gönderdi, dedi. Ve bu karı, kocaya Allahu Teâlâ`nın Kur`ân`da ta`lîm ettiği veçhile mülâane etmelerini emreyledi. Ve ilk önce erkek karısına karşı lânetle yemîn etti. (Sonra da kadın kocasına karşı aşağıdaki hadîsde bildirildiği veçhile yemîn eyledi). Sonra Uveymir: - Yâ Resûla`llah (bu kadınla geçinme savdı). Bu kadını nikâhımda tutarsam ona zulmetmiş olurum, deyip kadını boşadı. Ve Uveymir ile karısının bu vak`asından sonra lâ`netleşen çiftlerin -kocanın talâkıyle- ayrılmaları âdet oldu. Sonra Resûlullah meclisde hazır bulunanlara: - Bakınız, eğer bu kadın -vücûdu siyah, gözlerinin siyahı koyu, kıçının iki yanı bükük, baldırları kaba- kıyâfette bir çocuk getirirse, muhakkak ben Uveymir`in bu kadına zinâ isnâdında doğru olduğunu sanırım. Eğer kadın Keler fasilesinden kızılca kurt gibi kızıl bir çocuk doğurursa, bu def`a da ben şüphesiz kadına büthân ve iftirâ ettiğini sanırım, buyurdu. Sonra çocuk Resûlullah`ın Uveymir`i tasdik yollu tasvîr ettiği şekilde doğdu. Ve bu cihetle çocuk anası (Havle kadı)na nisbet ed(ilerek: "ibn-i Havle" diye çağır)ıldı.