(Vaktiyle Hudeybiye`de Bîat-i rıdvân şerefine nâil olan) bizler Hudeybiye`den döndüğümüz yıldanberi altında bîat ettiğimiz o (târihî ve mübârek) ağacı (unuttuk da onu) ta`yîn için bizden iki kişi (nin re`yi) bir arada toplanamadı. (Bu bilmemek de) Allah tarafından gelen büyük bir rahmet oldu, dediği rivâyet olunmuşutr. (İbn-i Ömer`in kölesi ve bu hadîsin birinci derecede râvîsi Nâfi`a, ikinci râvî Cüveyriye tarafından): - Hangi yart üzerine Resûlullah Ashâb ile muâhede eyledi, ölmek üzere mi? diye soruldu. Nâfi`: - Hayır, ölmek üzere değil. Harbde sebât etmek, (bozgunculuktan sakınmak) üzere Ashâb ile bîatleşti, demiştir.
Rivâyete göre şöyle demiştir: Harre (vak`ası) günleri hulûl ettiği sıra Abdullah İbn-i Zeyd`e birisi geldi de ona: - Abdullah İbn-i Hanzale halk ile ölmek üzere bîatleşiyor (siz ne dersiniz?) dedi. Abdullah İbn-i Zeyd de: - Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`den sonra ben kimseye ölmek için bîat etmem! diye cevap verdi.
Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: (Bîat-i Rıdvân`da) ben, Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`e bîat etmiş, sonra ağacın gölge tarafına dönüp gelmiştim. Nâs (ın bîat izdihâmı) hafifleyince Resûlullah bana: - Ey İbn-i Ekvâ`! Sen bîat etmez misin? diye sordu. Ben: - Bîat ettim, yâ Resûla`llah diye cevâb verdim. Resûlullah: - Bir daha bîat et! buyurdu. Ben de ikinci def`a bîat ettim. (İbn-i Ekvâ`ın râvîsi Yezîdi İbn-i Ubeyd tarafından): - (Ey Ebâ Müslim!) O günü siz hangi madde üzerine bîat etmiştiniz? diye sorulmuş da İbn-i Ekva`: - Ölmek (ve kat`iyyen dönmemek) üzere, demiştir.
Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: (Mekke`nin fethinden sonra) ben, kardeşim (Mücâlid İbn-i Mes`ûd) ile Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`in yanına geldim de: - Yâ Resûla`llah! (Medîne`ye) hicret etmek üzere bize muâhede ve müsâade eyle! dedim. Resûlullah: - Artık hicretin hükmü, (fetihden önce) hicret edenlere âid olarak geçmiştir, buyurdu. Ben: - Ya ne üzerine bize mübâyea buyurursunuz? dedim. Resûlullah: - (Evvelâ) İslâm, (sonra) cihâd üzerine, buyurdu.
Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Günün birisinde bana bir kişi geldi. Ve bana, kendine ne cevap vereceğimi bilemediğim bir süâl sordu da dedi ki: - Şol bir kişi hakkında re`yin nedir? ki: o, zinde, silâhı üzerinde olarak sevinç içinde kumandanlarımızla berâber gazâlara çıkar. Fakat kumandanımız (ona ve) hepimize karşı sayamayacağımız derecede çok ve ağır vazîfeler hakkında kat`î ve şiddetli emirlerde bulunur. (Şimdi şu tahammül-fersâ durumda gazînin vaziyeti nedir?: Şu halde de gazînin kumandanının bu ağır emirlerine itâat etmesi vâcib midir?) diye sordu. Ben de ona şöyle cevâb verdim: - Vallahi ben sana ne cevâb vereyim? bilmiyorum. Şu kadar ki, biz (Peygamber`in Ashâbı) Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem ile berâber (bu kadar gazâlarda) bulunduk. O, bir iş hakkında emir verince verilen vazîfeyi biz görünceye kadar bize karşı azim ve şiddet göstermemeğe yakın (bir vaziyette) bulunurdu. Bunun bir müstesnâsı da vardır. Sizden her hangi biriniz Allah`ın azâbından korundukça o kişi, dâimâ hayır ile berâberdir. Şâyed onun gönlünde (bir hususta câiz midir, değil midir? diye) bir şüphe uyandığında o kimse (mâ-fevk) bir (hayır-hâh) kişiye sorup o (nun öğüt) ünden gönlündeki çürüklüğü şifâlandırabilir. -Hoş! Sizin (bu dünyâda) öyle (hak sözlü) bir kişiyi bulamayacağınız (günler) yaklaşmıştır ya?- Kendisinden başka ibâdete değer bir ma`bûd olmıyan Allah`a yemîn ederim ki: ben dünyâdan geri kalan ve geçen günleri, derede birikmiş su gibi tahayyül ediyorum: onun sâfîsi içilmiş de geriye bulanık tortusu kalmıştır.
Rivâyet olunduğuna göre, Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem düşmanla karşılaştığı bâzı gazâlarda (hemen harbe girişmeyip) güneş tâ (zevalden) devrilinceye kadar intizâr etmiş (düşmanı gözlemiş) di. Sonra asker içinde (hitâbete) kıyâm ederek: - Ey nâs, düşmanla karşılaşmak, (harb etmek) istemeyiniz, belki Allah`dan (harb felâketinden) korumasını isteyiniz!. Fakat bir kere de siz düşmanla karşılaşınca (harbin bütün şiddetlerine karşı) sabrediniz! Ve biliniz ki Cennet, muhakkak sûrette (mücâhid) kılıçlarının gölgeleri altındadır, buyurdu. Sonra Resûlullah (devamla): - Ey Kur`ân`ı gönderen Allah! (duâsın) ı sonuna kadar okudu ki, bu duânın gerisi (yakında) geçti.
Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: (Tebük gazâsında ben Resûlullah ile berâber gazâ ettim. Genç bir deveme sefer levâzımını yükledim. Yaşım kemâle erdiğinden ve hizmet edecek kimsem bulunmadığından) bir hizmetçe kiralamıştım. (Yol üzeri) hizmetçi birisiyle (İbn-i Ümeyye`nin kendisidir) döğüştü. İki kavgacıdan birisi (ki, İbn-i Ümeyye`dir) öbirisinin (ki, hizmetçidir) elini ısırdı. Hizmetçi elini, ısıran bu sûretle dişi sökülen kişi) de Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`e gelip şikâyet etti. Resûlullah (da`vâyı red,) dişin, diyetini iskat ederek (İbn-i Ümmeyye`ye): - Yâ zavallı adam elini sana bırakırmı ki, sen boğur devenin yan dişleriyle sert yem yediği gibi, zavallının elini çatır çatır yiyesin! buyurdu.
Gelen bir rivâyete göre, müşârün-ileyh, Zübeyr (İbn-i Avvâm)a: - Mekke`nin fethi günü) Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem sana bayrağı işte şuraya dikmeni emretmişti, demiş (ve Hacun dağına işâret etmiş) tir.
Gelen rivâyete göre, Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem: - Ben Cevâmiü`l-kelim ile gönderildim. Ben (bir aylık mesâfedeki düşman gönüllerine) korku salmak sûretiyle yardım olundum. Bir de ben uyuduğum sırada bana yerdeki hazînelerin anahtarları getirildi de benim iki avucumun içine konuldu, demiştir. (Sonra) Ebû Hüreyre: - Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem (bu hazînelerden hiç birisine nâil olmadan bu dünyâdan) gitti. Şimdi bu hazîneleri yerlerinden siz çıkarırsınız! demiştir.
Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Medîne`ye hicrte edilmek istenildiği zaman Ebû Bekr`in evinde ben, Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`in yol azığını düzmüş, hazırlamıştım. Esmâ` (devamla:) fakat ne yemek çıkınını, ne de su tulumunu bağlayacak bir şey bulamamıştık. Bunun üzerine ben Ebû Bekr`e: - (Baba) vallahi ben belimdeki nıtak = kuşağımdan başka bağlayacak bir şey bulamıyorum! dedim. O da: - (Kızım) onu ikiye böl, birisiyle su tulumunu, öbirisiyle de yemek sofrasını bağla! dedi. Ben de öyle yaptım. Bu cihetle ben: "Zâtü`n-nitâkayn = iki kuşaklı veya kemerli" diye anıldım, (demiştir).