Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem (Haccetü`l-Vedâ` `dan önce) Alî`yi (ganîmet malının) beşte birini almak için (Yemen`e) Hâlid İbn-i Velîd`e göndermişti. Bu seferde ben de Alî`den hoşlanmaz oldum. Çünkü Alî (ganîmetten hissesine bir câriye almış, sabahleyin de) gusletmişti. Ben de sinirlenerek Hâlid İbn-i Velîd`e: Şu Alî`yi görmüyor musun (bak ne yaptı?) dedim. En sonu Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`in huzûruna geldiğimizde Alî`nin bu hareketini Resûlullah`a da arzettim. Bunun üzerine Resûlullah: Ey Büreyde, Alî`ye sinirleniyor musun? buyurdu. Ben de: Evet! diye tasdîk ettim. Resûlullah: Hayır Alî`ye darılma!. Çünkü onun ganîmet malının beşte birindeki hissesi, aldığı câriyeden daha çoktur, buyurdu.
Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Alî İbn-i Ebî Tâlib radiya`llahu anh Yemen`den Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`e tabaklanmış bir meşin içinde henüz toprağından tasfiye edilmemiş altın cevheri göndermişti. Ebû Saîd (rivâyetine devâm ederek) der ki: Resûlullah bu altın cevherini şu dört kişi arasında paylaştırdı: Uyeyne İbn-i Bedir, Akra` İbn-i Hâbis, Zeydü`l-Hayl. (Râvî der ki:) dördüncüsü ya Alkame idi, yâhud Âmir İbn-i Tufeyl idi Peygamber`in Ashâbından bir kişi (bu taksîme i`tirâz ederek): Bu ihsâna biz bunlardan müstahak idik, demişti. Bu söz, Resûlullah`a erişince: (Acâib?) siz bana i`timâd etmiyor musunuz? Ben göktekilerin bile emîniyim! Sabah, akşam bana gök yüzünün haberi (vahiy) geliyor! buyurdu. Bunun üzerine -iki gözü çökük, yanağının iki elmacığı çıkık, alnı yüksek, gür sakallı, başı traşlı, izârını yukarı çemremiş (tam vahşî ve mürtecî)- bir kişi ayağa kalkıp: - Yâ Resûla`llah, Allah`tan kork! demişti. Resûlullah onu: - A hortlayası kişi! Ben, yeryüzündeki insanların Allah`tan korkmağa lâyık (ve en çok korkan)ı değil miyim? cevâbiyle karşıladı. Sonra bu kişi arkasına dönüp gitti. Hâlid İbn-i Velîd: - Yâ Resûla`llah (izin ver de) şunun kafasını vurayım! dedi. Resûlullah: - Yok vurma! Bunun da ileride namaz kılan bir kişi olması umulur! buyurdu. Bunun üzerine Hâlid: - Yâ Resûla`llah! Namaz kılanlardan öyle kimseler vardır ki, onlar gönüllerinde olmıyan şeyi dilleriyle söylerler, dedi. Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem: - (Ey Hâlid) ben nâsın kalblerini açmağa, karınlarını yarmağa me`mûr değilim! buyurdu. Râvî der ki: Sonra Resûlullah o (mürtecî) kişi dönüp giderken arkasından bakıp şöyle buyurdu: - Şunun soyundan öyle bir nesil türeyecektir ki, onlar her zaman güzel sesle Allah Kitâbı`nı okuyacaklar. Fakat Kur`ân`ın halâveti onların hançerelerini ileri geçmiyecektir. Onlar -ok avı (sür`atle delip) çıktığı gibi- dinden çıkacaklar! Râvî Ebû Saîd der ki: Öyle sanıyorum ki, sonra Resûlullah: "Eğer ben bunların zamânına yetişmiş olsaydım Semûd (ve Âd kavimlerin) in (toptan) helâk olduğu gibi muhakkak bunları (toptan) öldür (mesini Allah`tan dile)rdim!" buyurdu. Cerîr (İbn-i Abdillah Becelî) radiya`llahu anh hadîsi ve Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`in Cerîr`e: Şu Zü`l-Halasa`dan gönlümü rahatlandırmaz mısın? dediği yukarıda geçti. Buhârî buradaki rivâyetinde de şu ma`lûmâtı verdi: Cerîr der ki: Zü`l-Halasa Yemen`de Has`am ile Becîle kabîleleri arasında bir beyt idi. İçinde dikilmiş bir taş vardı. Ona ibâdet olunur (, kurban kesilir)di. Cerîr, Yemen`e vardığında bu put ma`bedinde (muhâfız) birisi oklarla (hayır ve şerden) kısmet arıyordu, (falcılık ediyordu). Bu falcıya: Haberin olsun Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem (in me`mûru) şuradadır. Eğer senin fal attığını görürse boynunu vurur!denildi. -Râvî der ki:- Falcı fal oklarını atmakla meşgul olduğu sırada Cerîr cürüm üstüne çıkageldi. Ve falcıya: Şimdi sen ya bu okları kırar ve "Lâ ilâhe illâ`llah" diye şehâdet getirirsin, yâhud senin boynunu vururum! dedi. Muhâfız falcı hemen fal oklarını kırdı. Ve şehâdet getirdi. (Cerîr şirk ma`bedini yaktı, yıktı).
Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Ben Yemen`de bulundum. (Avdet ederken) Yemen ahâlîsinden iki kişiye kavuştum ki: Zû-Kelâ` ve Zû-Amr idi. (Yol üstü) bunlara Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem (in menkabelerin) den haber veriyordum. Bunlardan Zû-Amr bana: Sen sâhibin Resûlullah`ın hal ve şânından haber verinsen (ben de sana haber vereyim ki) o üç gündenberi ölmüş bulunuyor, dedi. Bunlar benimle berâber (Medîne`ye) yollandılar. Yolun bir merhalesinde bulunduğumuz sırada Medîne tarafından birkaç süvârî bize yaklaştı. Bunlara (bu acı haberi) sorduk. Onlar da: Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem (ebediyet âlemine) alındı. Ve Ebû Bekir halîfe intihab olundu. (Bu intihabtan) halk memnundur! dediler. Bunun üzerine Zû-Kelâ` ile Zû-Amr bana: Sâhibin Ebû Bekir`e bizim buraya kadar geldiğimiz ve Allahu Teâlâ dilerse ileride avdet etmek de istediğimizi bildir! dediler. Ve Yemen`e dönüp gittiler.
Şöyle rivâyet olunmuştur: Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem sâhil tarafına bir kuvve-i seferiyye göndermiş ve bunlar üzerine Ebû Ubeyde İbn-i Cerrâh`ı Emîr ta`yîn etmişti. Bu seferî kuvvet üçyüz neferden ibâret idi. (Câbir der ki:) Biz yola çıktık. Yolun bir kısmında bulunduğumuz sıra azığımız tükendi. Bunun üzerine Ebû Ubeyde mücâhidlere yanlarında ne kadar erzak varsa getirmelerini emretti. Getirilen erzâk bir araya topladı ki, bu toplanan erzak iki dağarcık hurmadan ibâretti. Bu hurma ile Ebû Ubeyde her gün azar azar vererek bizi geçindiriyordu. Nihâyet bu da sona ermişti. Bir derecede ki, herkesin payına günde birer hurma düşüyordu. (Câbir bu vak`ayı anlatırken) Câbir`in râvîsi Vehb İbn-i Keysân tarafından ona): - Günde bir hurma sizin gıdânıza nasıl yetiştirdi? diye sordu. Câbir de: - (Sen ne diyorsun?) Bu bir hurma da tükenince onun yokluğunun acısını da tattık. Sonra deniz sâhiline varmıştık, bir de ne görelim? Deniz sâhilinde küçük dağ gibi bir balık bulunuyordu. (Bunu deniz sâhiline atmıştı). Hey`et-i seferiyyemiz on sekiz gün bu balığın etini yediler, sonra Ebû Ubeyde`nin emriyle balığın iki (kaburga) kemiği dikildi. Sonra yine Ebû Ubeyde`nin emriyle hazırlanan bir süvârî bu iki kemiğin altından geçti. Fakat onlardan birisine dokunmadı.
Gelen bir rivâyette de şöyle demiştir: (Denize vardığımızda) Deniz bizim için sâhile "Anber" denilen bir balık atmıştı. Bu balığın etinden biz yarım ay yedik ve onun yağiyle yağlandık. Nihâyet vücutlarımız ve gücümüz, kuvvetimiz yerlerine geldi. Diğer bir rivâyette de Câbir der ki: Ebû Ubeyde bize bu deniz mahlûkunun etinden yiyiniz! dedi. (Biz de yedik), Medîne`ye dönüp geldiğimizde bu vak`ayı Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`e arzettik. Resûlulah da: Azîz mücâhidler, yiyiniz! Allah onu denizden merzuk olasınız için çıkarmıştır. Yanınızda varsa bize de yediriniz! diyerek tasvîb buyurdu. Askerden bâzıları o balık etinin pastırmasından bir parça Resûlullah`a getirdi. Hazret-i Peygamber de yedi.
Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: (Hicret`in dokuzuncu yılında) Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`e Temim oğullarından süvârî bir hey`et gelmişti. (Bunlar İslâm olduktan sonra) Ebû Bekir: - Yâ Resûla`llah, bunlara Ka`ka` İbn-i Ma`bed İbn-i Zürâre`yi emîr ta`yîn buyursanız! demişti. Bunun üzerine Ömer: - Hayır, o olamaz, Akra` İbn-i Hâbis`i ta`yîn buyurunuz yâ Resûla`llah! dedi. Ebû Bekir: - Sen muhakkak bana muhalefet etmek istiyorsun! dedi. Ömer: - Hayır, sana muhâlefet etmek istemem! dedi. Bu sûretle Ebû Bekir ile Ömer biribirleriyle mücâdele etmişlerdi. Hattâ sesleri yükselmişti. Bunun hakkında şu mealdeki iki âyet-i kerîme nâzil olmuştur: "Ey îmân eden kullar! Allah`ın ve Resûlü`nün (emirleri) önüne geç (erek nizâ` et) meyiniz!. Ve Allah`tan korkunuz! Çünkü Allah (sizin sözlerinizi) işitir, (işlerinizi de) bilir. Ey mü`minler! Seslerinizi Peygamber`in sesinden üstün yükseltmeyiniz! Ve ona, biribirinize bağırır gibi yüksek söylenmeyiniz! Çünkü ibâdetleriniz hiçe iner de haberiniz olmaz".
Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem Necd tarafına bir süvârî müfrezesi göndermişti. Bu müfreze Benî Hanîfe`den Sümâme İbn-i Üsâl denilen bir kişiyi esîr edip getirdiler. Ve mescidin direklerinden birisine bağladılar: Resûlullah mescide çıktığında Sümâme`ye: - Yâ Sümâme, yanında ne var? (Gönülünden ne geçiriyorsun ve benden ne umuyorsun?) buyurdu. Sümâme: - Gönlümde hayır (ümîdi) var yâ Muhammed! (Çünkü sen zulüm etmezsin, afvedersin). Eğer sen beni öldürsen kanlı bir cânîyi öldürmüş olursun. Ve eğer bana (afv ni`meti) in`âm edersen ni`mete karşı şükreden bir kişiye in`âm etmiş olursun. Eğer (fidye-i necâtım için) mal istersen, ne kadar dilersen, işte malım, (veririm) dedi. Bu muhâvereden sonra Sümâme bağlı olarak bırakıldı. Ferdâsı gün olunca yine Resûlullah Sümâme`ye: - Ey Sümâme gönlünde ne var, ne umuyorsun? dedi. O da: - Yâ Resûla`llah, dün arzettiğim veçhile bana afv ni`meti ihsân edersen ni`mete karşı şükreden kimseye ihsân etmiş olursun! dedi. Resûlullah o gün de bağlı olarak bıraktı. Nihâyet üçüncü gün Resûlullah: - Ey Sümâme, yanında ne var bakalım? buyurdu. Sümâme de: - Dün arzettiğim dileğim var! dedi. Resûlullah: - Artık Sümâme`yi salıveriniz! dedi. Sümâme bırakılınca hemen mescidin yakınında bir suya koştu. Gusledip sonra mescide girdi. (Resûlullah`ın huzûruna vardı) ve: - Eşhedü en lâ ilâhe illâ`llah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah! dedi. Sonra şu sözleri söyledi: - Yâ Muhammed! Vallahi şu yer üzerinde bana senin yüzünden daha düşman hiçbir yüz yoktu. Fakat bu sabah, senin mubârek sîman bana yüzlerin en sevimlisi göründü. Vallahi dinlerden hiçbir din bana senin dîninden ziyâde düşman gelmezdi. Fakat bu sabah senin dînin bana göre dinlerin en sevimlisidir. Vallahi memleketlerden hiçbir şehir bana senin belden kadar menfûr değildi. Yâ Resûl! Ben ömre etmeğe niyet ettiğim sırada senin süvârîlerin beni yakalamıştı. Şimdi siz ne re`y edersiniz? dedi. Resûl-i Ekrem, Sümâme`yi (dünyâ ve âhiret saâdetiyle) müjdeledi, ve ömre etmesini emir buyurdu. Sümâme ömre için Mekke`ye varınca boş boğazın birisi ona: - Dîninden başka bir dîne mi döndün? dedi. O da şöyle karşıladı: - Hayır, vallaih ben dinden çıkmadım. Fakat ben, Muhammed Resûlullah ile berâber müslüman oldum (hak dîne girdim). Vallahi ben (din dediğiniz şirke) dönmem. Ve Peygamber izin vermedikçe size Yemâme`den bir buğday tânesi gelmiyecektir!.
Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem zamânında Müseylimetü`l-Kezzâb (Medîne`ye) gelmişti. O: - Eğer Muhammed kendisinden sonra beni halef kılarsa kendisine uyarım! dedi. Müseylime, kavminden kalabalık bir hey`etle gelmişti. Resûlullah Müseylime`nin yanına gitti. (Hatîb-i Resûlullah denilen) Sâbit İbn-i Kays İbn-i Şemmâs da Resûlullah ile berâber gitmişti. Resûlullah`ın elinde hurma dalından bir değnek bulunuyordu. Resûlullah -kavmi içinde oturan- Müseylime`nin tâ karşısında durdu. (Onunla İslâm hakkında görüştü. Müseylime nübüvvet pâyesinden kendisine bir hisse verilmesini istedi.) Resûl-i Ekrem: (Değil nübüvvetten bir pay,) şu dal parçasını benden istesen onu bile sana vermem. Sen de Allah`ın, hakkındaki hüküm ve takdîrini tecâvüz edemezsin! (O hüküm kezzâb, maktûl, cehennemî olmandır.) Eğer sen bana ve Hakk`a muhâlefet edersen, Allah seni muhakkak helâk eder. Ve ben muhakkak sanırım ki, sen, -onda gördüğüm eşkâle göre- (rü`yâmda) bana gösterilen (meş`ûm) kişisin! İşte bu zât (hatîbim) Sâbit`tir. Benim tarafımdan sana (îcâp eden) cevâbı verecektir! buyurdu. Sonra Müseylime`nin yanından dönüp gitti. (Râvî) İbn-i Abbâs der ki: Ben Ebû Hüreyre`ye Resûl-i Ekrem`in Müseylimetü`l-Kezzâb`a: Eşkâl benzeyişine göre sen, muhakkak bana rü`yâmda gösterilen meş`ûm şahıs olacaksın! sözünün mâhiyetini sordum. Ebû Hüreyre bana şöyle cevâb verdi: Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Bir kere ben uyurken rü`yâmda iki kolumda iki altın bilezik gördüm, bunlar kadın zîneti olduğu için bu rü`yâm beni kederlendirdi. Sonra rü`yâmda bana bu bileziklere üflemekliğim vahyolundu. Ben de bunlara üfledim. Bunların ikisi de uçtu. Ben bu iki bileziği benden sonra türeyecek iki yalancı (Peygamber) ile te`vîl ettim ki, bunun birisi Ansî (Esved) dir. Öbürüsü de Müseylime`dir.
Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur: Bir kere uyurken rü`yâmda bana yerde medfûn hazîneler getirildi. Ve avucumun içine iki altın bilezik konuldu. Bu rü`yâm bana ağır geldi. Sonra Allah bana bunlara üflemekliğimi vahyetti. Ben de üfledim. Hemen ikisi de gitti. Ben bu bilezikleri iki yalancı (türedi Peygamber) ile te`vîl ettim ki, ikisi arasında bulunduğum San`alı (Esved-i Ansî) ile Yemâme`li (Müseylime) dir.
Şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Necrân (hıristiyanların)ın iki ulusu (Abdülmesîh) Âkıb ile Seyyid (Eyhem) Resûlullah salla`llahu aleyhi ve sellem`e gelmişlerdi. Resûlullah ile mülâane etmek istiyorlardı. Huzeyfe der ki: Âkıb ile Seyyid`den biri, arkadaşına: - Sakın Muhammed`le mülâaneye girişme! Vallahi Muhammed eğer Peygamberse, bir lâ`n eder (ve dünyâ, âhiret Allah`ın rahmetinden uzak bulunmamıza bir duâ eder) ki, ne biz, ne de bizden sonra gelecek evlâd ve ahfâdımız felâh bulmayız! dedi. Bu mütâlâa üzerine Necranlıların bu iki reîsi, Resûlullah`a gelerek: - (Hıristiyan kalacağız. Fakat) bizden istediğin vergiyi vereceğiz! Şu kadar ki, bizimle Necrân`a emniyetli bir zâtı (me`mûr) gönderiniz! Göndereceğiniz bu kimse her halde emîn olsun! dediler. Resûlullah da: - Ben de muhakkak sûretle sizinle bi-hakkın emniyetli ve mu`temed bir kişiyi gönderirim! buyurdu. Resûlullah`ın bu sözü üzerine Ashâb`ı (bu yüce emniyet ve i`timad kime tevcih buyurulacak diye) intizâr ettiler. Bu halde Resûl-i Ekrem: - Kalk yâ Ebâ Ubeyde İbn-i Cerrâh! buyurdu. Ebû Ubeyde ayağa kalkınca da onu göstererek: - İşte bu gördüğünüz sîmâ İslâm ümmetinin emînidir! buyurdu. Enes radiya`llahu anh`in Nebî salla`llahu aleyhi ve sellem`den bir rivâyetinde de Peygamberimiz: Her ümmetin bir emîni vardır. İslâm ümmetinin emîni de Ebû Ubeyde İbn-i Cerrâh`dır! buyurmuştur. (Ve cizye cibâyeti için Ebû Ubeyde`yi göndermiştir).